1. ANASAYFA
  2. HABERLER
  3. BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ

1.35K
0

Asırların İmamı Bediüzzaman Said Nursî.

” Bismillâh her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız. Bil ey nefsim! Şu mübarek kelime İslâm nişanı olduğu gibi, bütün mevcudatın lisan-ı hâliyle vird-i zebânıdır.” Risale-i Nur

Bediüzzaman Said Nursî Kimdir?
1878’de Bitlis’in Hizan ilçesinin İsparit nahiyesinin Nurs köyünde doğan Bediüzzaman, ilk eğitimini ağabeyi Molla Abdullah’tan aldı. Değişik medreselerde kısa aralıklarla kalarak beş yıl süren tahsil hayatına, Tağ Köyünde dokuz-on yaşlarında başladı. Sonunda, Doğubayezit’te Şeyh Mehmed Celâlî’nin medresesinde üç ay süren bir eğitimden sonra icazetini aldı ve Doğubayezit’ten ayrıldı. İlmî münazaralardaki başarısı, genç yaşta ulaştığı seviye, anlaşılması en zor konuları kolaylıkla anlaması ve mütalâa ettiği kitapları kolaylıkla ezberine alması gibi farklılıkları sebebiyle zamanın âlimleri ona “Bediüzzaman” lâkabını uygun gördüler.

Bitlis’e gelen Bediüzzaman, Vali Ömer Paşa’nın konağında iki yıl kaldıktan sonra Van’a gitti. Burada kaldığı on yıl boyunca, çalışmalarını pek çok farklı ilimde derinleştirirken, Horhor Medresesini kurarak dersler de vermeye başladı. Eğitim çalışmaları sırasında, fen ilimleriyle din ilimlerinin birlikte okutulacağı, “Medresetüzzehra” adını verdiği üniversite projesinin eğitim esasları ve yönetim şeklini de belirledi.

Vali konağında bir gazetede okuduğu haber üzerine Bediüzzaman, hayatının bir gayesi olarak “Kur’ân’ın bu asra bakan manevî mu’cizesini insanlara isbat ederek gösterme” kararını verdi. Bu haber, dönemin İngiliz Sömürgeler Bakanı’nın ağzından bir “oyun”u dile getiriyordu: “İslâm dünyasına hâkim olmak için, ya Kur’ân Müslümanların elinden alınmalı, ya da Müslümanlar Kur’ân’dan soğutulmalı.” Van’daki uzun ikametinin neticesi olan bu karar ve Şarkta kurulmasını istediği üniversite fikri, Said Nursî’nin bundan sonraki hayatını şekillendiren en önemli iki hedefti.

Üniversite düşüncesini hükümete iletmek isteyen Said Nursî, Van eski valisi İşkodralı Tahir Paşa’nın teşviki ve referansıyla, 1907 yılının sonlarında İstanbul’a gitti. İlk iş olarak, Doğuda kurulmasını istediği üniversite ile ilgili bir dilekçeyi padişahın özel kalem dairesi olan Mabeyn-i Hümayuna sundu. Ancak, hükümet dilekçenin konusunu gerçekleştirmek için hiçbir girişimde bulunmadı. Gelişinden iki ay sonra Fatih’teki Şekerci Hanı’nda kalmaya başladı. “Burada her suale cevab verilir, her müşkül hallolunur, fakat sual sorulmaz” şeklinde bir daveti kapısına asması, kısa sürede bütün İstanbul’da değişik çevrelerde yankı buldu. Evhamlanan hükümet tarafından birkaç kere tutuklanan Bediüzzaman, hukukî açıdan suç isnad edilemeyince, serbest bırakıldı. Ancak, suçsuzluğu onu Toptaşı Tımarhanesine gönderilmekten kurtaramadı.

Doktorların “sağlam” raporu vermesine rağmen, o gözetimde kalmaya devam etti, sadece yeri değişti; tımarhaneden tekrar hapishaneye gönderildi. Çünkü, hükümet ile uzlaşmamıştı. Zabtiye Nazırı Şefik Paşa’nın, “ihsan-ı şahane” ile birlikte getirdiği Padişah selâmını reddetmişti–kurulmasını teklif ettiği üniversitenin rektörü tayin edilmesine ve rektörlük maaşının hemen ödenmeye başlanacağı sözünü almasına rağmen. Bu arada, elbette, eğitim hakkındaki teklifi Bakanlar Kurulunun gündemine alınacak ve görüşülmesi sağlanacaktı. Bediüzzaman, bu teklifleri sus payı olarak gördüğünden kabul etmedi ve hapishaneye gönderilmeyi tercih etti.

24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ilânından önce serbest bırakılan Bediüzzaman Said Nursî, İstanbul’da çok hareketli bir siyasî hayat yaşamaya başladı. Gazetelerde, “Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devadır” adıyla yayınlanan Hürriyete Hitab nutkunu, önce Hürriyet’in üçüncü gününde Sultanahmet’teki mitingde, daha sonra İttihadçıların ileri gelenleriyle birlikte gittiği Selânik Meydanı’nda okudu.

İstanbul’daki sosyal hareketlilik devam ederken, cemiyetlere üye oluyor, gazetelerde makaleler yazıyor, konferanslara ve toplantılara katılıyor, kendisine yakın bulduğu toplumsal gruplara görüşlerini aktarıyordu. Meşrutiyetin ilânı ile birlikte, çeşitli çevrelerde meydana gelen tepkiyi ortadan kaldırmak için, önemli teşebbüslerde bulundu. Bediüzzaman imzasıyla Sadrazamlık aracılığı ile Doğu illerindeki nüfuzlu şahıslara telgraflar çekti. İstanbul’un muhtelif yerlerindeki avcı taburlarını dolaştı.
Medrese mensuplarının toplandıkları yerlere gitti. Meşrutiyetin ve anayasal sistemin İslâmiyet’e aykırı olmadığını, Asr-ı Saadetteki yönetim ruhuna uygunluğunu anlatarak, gerilimi hayli yatıştırdı.

Tarihe 31 Mart Vak’ası olarak geçen ayaklanmada yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen, Bediüzzaman da, sıkıyönetim mahkemesinde, diğerleri gibi idam talebiyle yargılandı.

Meşrutiyetin İslâmiyet’e olan uygunluğunu ve ülke için gerekliliğini içeren kapsamlı bir savunmanın sonunda beraet etti. Serbest bırakıldıktan sonra İstanbul’dan ayrıldı. Bu müdafaası, İki Mekteb-i Musibetin Şahadetnamesi Yahut Divan-ı Harb-i Örfî adıyla 1909 ve 1910’da neşredildi.

1910 yılı baharında İstanbul’dan ayrılıp Van’a gelen Bediüzzaman, birkaç ay Horhor Medresesinin yeniden düzenlenmesi işiyle meşgul oldu. Hakkâri, Bitlis, Muş, Diyarbakır ve Urfa yörelerindeki aşiretleri ziyaret etti. Meşrutiyeti, hürriyeti, anayasayı ve bunların İslâmî temellerini, meşrutiyetin nimetlerinden faydalanmaları için gayret göstermelerinin gerekliliğini anlattı. Daha sonra bu görüşmelerin ve açıklamaların özetini Münazarat adı altında yayınladı.

Kış mevsiminin girmesiyle Şam’a giden Said Nursî, âlimlerin daveti üzerine Emeviye Camii’nde, sonradan Hutbe-i Şamiye adı ile neşredilen, İslâm dünyasının siyasî, ekonomik ve sosyal sorunları ve çözüm yollarını anlattığı bir hutbe okudu.

Üniversite projesini iletmek amacıyla İstanbul’a dönen Bediüzzaman, Sultan Reşad’a, Rumeli seyahatinde Doğu vilâyetlerini temsilen, eşlik etti. Daha sonra, Balkan Savaşının başlamasıyla inşası durdurulan Kosova Üniversitesi için ayrılan tahsisatın aktarılması ile birlikte Bediüzzaman’ın “Doğuda bir üniversite kurulması” teklifi, hükümetçe kabul edildi. Üniversitenin temeli, 1913 yılında atıldıysa da, Birinci Dünya Savaşının başlaması bu projenin de ertelenmesine sebep oldu.

Birinci Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte Doğu İllerimizin Ruslar tarafından işgal edilmesi üzerine, talebeleriyle beraber Doğu Milis Teşkilâtını kurdu ve Van-Bitlis Cephesinde gönüllü alay komutanı olarak Ermenilere ve Ruslara karşı savaştı. Bitlis savunması sırasında Ruslara esir düşünce, Van, Culfa, Tiflis üzerinden önce Kologrif, sonra Kosturma’ya sevk edildi. Şubat 1917’de başlayan Rus İhtilâli sırasında firar ederek, Kosturma, Petersburg, Varşova, Viyana, Sofya üzerinden 18 Haziran 1918’de İstanbul’a ulaştı.

Gelişi büyük bir ilgiyle karşılanan Bediüzzaman, Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın teklifi üzerine, İstanbul’da kurulma aşamasında olan Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye üye tayin edildi. Şeyhülislâm Mûsa Kâzım Efendi’nin teklifi ile de, Sultan Vahdeddin tarafından kendisine ilmiyede “Mahreç” payesi verildi. “Mahreç Mevleviyeti” olarak da anılan bu paye, Osmanlı ülkesindeki bütün resmî ulemanın reisi olan “Başmüderris”ten sonraki ilmî rütbe anlamına geliyordu.

Çamlıca’da, Yusuf İzzettin Paşa Köşkü’nde kalan Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân’ın mu’cizeliğini çağın insanına göstermek için yazdıklarını neşretmeye başladı.

İman rükünlerinin isbatına dair Nokta, çeşitli ayet ve hadisleri tefsir eden Sünuhat, Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in (asm) peygamberliğini isbat eden Şuaat, Kur’ân’ın mu’cizeliğini anlatan Rumuz, sosyal konularda Tulûat, tevhidin isbatı hakkında Katre, özlü sözleri içine alan Hakikat Çekirdekleri, ahlâk ve ubudiyet derslerini ihtiva eden Habbe, Zerre ve Şemme adlı risalelerini yazdı ve yayınladı.

Bu sırada Birinci Dünya Şavaşı da bitmiş ve İngilizler payitahtı işgal etmekle kalmamış, Türkiye’de kendi politikalarını destekleyecek bir kamuoyu da oluşturmaya başlamışlardı. Kamuoyunda ciddî kuvvet kazanan İngiliz taraftarlığı, etkisini, Bediüzzaman’ın Hutuvat-ı Sitte adlı eserini İstanbul’un önemli yerlerinde dağıtmasıyla, kaybetti.

Anadolu’da başlayan İstiklâl Savaşının ve Kuva-i Milliyenin aleyhine, İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin baskısıyla çıkarılan Şeyhülislâm fetvasına karşı bir fetva yayınladı. Yazı ve makalelerinde İstiklâl Savaşını “cihad,” Kuva-i Milliyecileri de “mücahid” ilân ederek istiklâl mücadelesini destekledi. Büyük Millet Meclisi Hükümeti de, Bediüzzaman’ı yakından takip ettiğinden, ısrarla Ankara’ya davet etti.

7 Kasım 1922’de Ankara’ya gelen Bediüzzaman 9 Kasım 1922’de Büyük Millet Meclisinde düzenlenen resmî “hoş geldin” merasimiyle karşılandı. Bir yandan meclis çalışmalarına katılıyor, bir yandan da milletvekilleriyle önemli konuları tartışıyordu. Yeni kurulan devletin yapılanmasına katkıda bulunmak için hem M. Kemal’e mektup yazıyor (23 Kasım 1922), hem de milletvekillerine on maddelik bir beyanname hazırlayarak dağıtıyordu (19 Ocak 1923). Bu faaliyetleri bazı çevreleri oldukça rahatsız ettiğinden, Büyük Millet Meclisi başkanı Mustafa Kemal Paşa ile aralarında ciddî bir tartışmaya yol açtı (25 Kasım 1922). Mustafa Kemal özür dileyip tartışmayı daha fazla uzatmasa da, bu olay Bediüzzaman ve yeni rejimin kurucuları arasındaki görüş farklılıklarının ilk işareti oldu.

Ankara’da kaldığı sırada, tabiatçılığı ve inkârcılığı ortadan kaldırmayı hedef alan, Hubab ve Zeylü’z-Zeyl gibi eserlerini yayınladı. Sultan Reşad döneminde karar verildiği hâlde, savaş yüzünden inşası sürdürülemeyen Medresetü’z-Zehra’nın yeniden kurulması için Bediüzzaman’ın TBMM’den isteği de 163 mebusun imzasıyla kabul edilip kanun teklifi olarak sunulmuştur.

Bediüzzaman, bu çalışmaları sırasında, yeni rejimin önde gelenlerinin farklı bir yolda olduğunu ve onlarla birlikte hareket etmenin mümkün olmadığını anladı. Kendisine Ankara’da kalma karşılığında sunulan, Büyük Millet Meclisi Hükümetinin en yüksek dinî makamı olan Şark Umumî Vaizliği ve milletvekilliği imkânlarını reddederek 1923 yılı Nisan’ının 17-21 günleri arasında Ankara’dan ayrılarak İstanbul’a sonra da Van’a gitti.

Bir süre sonra Erek Dağı’nda, talebeleriyle ders yapmaya başladı. Bu arada Ankara’ya karşı tepkiler artıyordu. Mektup yazarak ayaklanmada kendisinden destek isteyen Şeyh Said’i plânından vazgeçirmeye çalıştı. Hamidiye paşalarından Kör Hüseyin Paşa’yı Şeyh Said’e destek kararından vazgeçirtti. Yatıştırıcı bir rol oynamasına rağmen, Şeyh Said Hâdisesi sonrası, Doğudaki diğer nüfuzlu kimseler gibi, o da Burdur’da zorunlu ikamete gönderildi.

1926 yılının Mayıs ayı ortalarında getirildiği Burdur’da Nurun İlk Kapısı adı ile kitaplaştırdığı iman hakikatlerini anlatmaya başladı. Daha önce Arabca olarak yazdığı Şemme ve Şule risalelerinin ek parçalarını kaleme aldı. 1927 başlarında, yine hükümetin emriyle önce Isparta’ya sonra da ücra bir köy olan Barla’ya nakledildi.

Öldükten sonra dirilişi isbatlayan Haşir Risalesi, Kur’ân-ı Kerîm’i esas alan ve insanların imanlarını kurtarmalarına vesile olan Sözler ve Mektubat tamamen, Lem’alar ise Yirmi Altıncı Lem’a’ya kadar Barla’da yazıldı.

Bu sırada Ankara’da, yeni yönetim dinden uzak dünyevî bir temel üzerine oturtulmaya çalışılıyordu. 1928 yılında gerçekleşen harf inkılâbı ile, Arab harfleriyle kitap yayınlamak yasaklanınca, risaleler el yazısıyla yüz binlerce yazılarak çoğaltılmaya başlandı.

Sekiz yıllık Barla hayatından sonra Bediüzzaman 1934 yılının yaz aylarında Isparta’nın merkezine getirildi. 20 Nisan 1935’de savcının talimatıyla evi aranan Said Nursî’nin kitaplarına el konuldu. Bediüzzaman’la birlikte Isparta ve havalisinden 120 Nur Talebesi, tutuklanarak askerî araçlarla Eskişehir Hapishanesine gönderildi.

Bediüzzaman, Eskişehir Hapishanesinde Yirmi Yedinci, Yirmi Sekizinci, Yirmi Dokuzuncu ve Otuzuncu Lem’alar ile Birinci ve İkinci Şua risalelerini yazarak Risale-i Nur’un te’lifine devam etti. Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi, 19 Ağustos 1935 tarihinde verdiği kararla, Said Nursî’ye, hukukî bir suç isnad edilememesine rağmen, Tesettür Risalesi bahanesiyle, ancak “kanaat-i vicdaniye”ye dayanarak, 11 ay hapisle birlikte Kastamonu’da “mecburî ikamet” cezası verdi. On beş talebesini ise altışar ay hapis ile cezalandırdı.

Tahliye edildiğinde serbest bırakılmayarak, polis gözetimi altında mecburî ikamet için Kastamonu’ya gönderildi. Üçüncü Şua olan Münacat risalesi, Dördüncü Şua olan Hasbiye Risalesi, Altıncı Şua ve Yedinci Şua olan Ayetü’l-Kübra risaleleri burada yazıldı.

Bediüzzaman, 20 Eylül 1943’de Isparta Savcısından gelen talimat üzerine yeniden tutuklanıp, 3 Ekim 1943 tarihinde Isparta’ya gönderildi. Önce askerî konvoy eşliğinde kara yoluyla Çankırı üzerinden Ankara’ya, sonra Isparta’ya getirildi. Risale-i Nur ile ilgili davaların birleştirilmesi kararı alındığı için, Isparta, Kastamonu ve Denizli’deki Nur Talebeleriyle beraber 25 Ekim 1943’te Denizli’ye sevk edildi.

Tecrid altında başlayan Denizli hapsinde On Birinci Şua, On İkinci ve On Üçüncü Şuaları yazdı. 15 Haziran 1944 günü Denizli Ağır Ceza Mahkemesinden beraat ve tahliye kararı çıkmasına rağmen serbest bırakılmadı. Bakanlar Kurulu kararıyla Emirdağ’ında zorunlu ikamete tâbi tutuldu. Burada, camie gitmesine bile müsaade edilmeyecek kadar ağır takip ve tarassuda uğruyordu. Bediüzzaman, hayatı boyunca yirmi üç
defa denenecek zehirleme teşebbüslerinin üçünü Emirdağ’ında yaşadı.

Bu arada Yargıtay Birinci Ceza Dairesi, 30 Aralık 1944 tarihinde verdiği kararla, savcı tarafından temyiz edilen Denizli Ağır Ceza Mahkemesinin beraet kararını onayladı. 1946 yılından itibaren Isparta ve İnebolu’da Risale-i Nur’lar teksir edilmeye başlanmış ve 1947 yılında, haccın sınırlı da olsa serbest bırakılmasıyla, Nurların İslâm âlemine yayılması sağlanmıştı. Yeni yazı ile teksir edilen Asâ-yı Mûsa ve baskısı yapılan Gençlik Rehberi gibi risaleler Hıristiyan misyonerlere verilmiş ve Risale-i Nur eserleri Amerika’ya kadar gönderilmişti.

Bu tür gelişmelerden duyulan rahatsızlıkla, 17 Ocak 1948 günü Said Nursî ve Risale-i Nur Talebeleri Afyon Ağır Ceza Mahkemesine sevk edildi. Denizli Mahkemesinde gizli cemiyet kurma, rejim aleyhinde olma, inkılâbları kabul etmeme, Mustafa Kemal’i tahkir, v.b. gibi iddialarla yargılanıp beraet kararı almalarına rağmen, Afyon Ağır Ceza Mahkemesinde de aynı iddialarla yargılandılar. Said Nursî, Afyon Cezaevinin bütün ağır ve zor şartlarına rağmen, On Dördüncü ve On Beşinci Şuaları burada yazarak Risale-i Nur’un te’lifini tamamladı.

Mahkeme, 6 Aralık 1948 tarihinde Said Nursî hakkında 20 ay ağır hapis cezasına hükmetti. Temyiz edilen kararı Yargıtay, Bediüzzaman’ın lehine bozdu. Ancak, Afyon Ağır Ceza Mahkemesi yargılamayı uzatarak, 20 aylık sürenin cezaevinde geçmesini sağlayıp 20 Eylül 1949’da serbest bıraktı. 72 gün Afyon’da polis kontrolünde iskâna tâbi tutulup, ancak 28 Aralık 1949 tarihinde mecburî ikamet yeri Emirdağ’ına dönebildi.

Bediüzzaman, 14 Mayıs 1950’de başlayan çok partili dönemi, 23 Ağustos 1953’e kadar kaldığı Emirdağ’ında karşılamıştı. Türkiye’de 27 yıl aradan sonra yeniden başlayan demokratikleşme dönemini büyük bir sevinç ve ümitle karşılayan Bediüzzaman, talebeleriyle birlikte Ahrar çizginin devamı olarak gördüğü Demokratlara çok önemli bir destek sağladı. Toplumun iç dinamiklerine ve bünyesine uygun değişiklikleri teşvik eden Bediüzzaman, hayatının sonuna kadar Demokratlardan yana olan tavrını korudu. 1952 yılında İstanbul’da, Gençlik Rehberi adlı kitabı hakkında Bediüzzaman’a bir dava daha açıldı. 5 Mart 1952’de yapılan son duruşmada, dava konusu kitabın 1944 yılında Denizli Mahkemesinden beraet kararı aldığı ve bu kararın da Yargıtayca onaylanmış olduğu anlaşıldığından, men-i muhakeme kararı verilerek dava sonuca bağlandı. Ardından, Said Nursî Emirdağ’ına döndü.

Daha sonra 1953 yılı başlarında İstanbul’a gelen Bediüzzaman, Fener Rum Patrikhanesini de ziyaret etti. Patrik Athenagoras ile görüşmesinde Hz. Muhammed’in (asm) peygamberliğini, Kur’ân-ı Kerîm’in de Allah’ın kitabı olduğunu kabul etmeleri hâlinde, Hıristiyanları kastederek, ehl-i necat olacaklarını bildirdi.

23 Ağustos 1953’te yerleşmek üzere geldiği Isparta’da açılan bir davanın daha sorgu hâkimliğinde iken reddedilmesi ile Bediüzzaman’la ilgili mahkemeler devri kapandı.

Bu arada biyografisi talebeleri tarafından kaleme alındı; Bediüzzaman tarafından düzeltmeler yapılarak Tarihçe-i Hayat ismi ile Risale-i Nur Külliyatına dâhil edildi. Bediüzzaman, bundan sonraki hayatını ziyaretle geçiriyor, gittiği yerlerde talebelerine dersler yapıyordu. Takvimler 21 Mart 1960 tarihini gösterirken, ağır hasta bir vaziyette, yanındaki talebeleriyle Urfa’ya gitti. Seksen iki yıllık ömrünü 23 Mart 1960 günü İpek Palas Oteli 27 numaralı odada sabaha karşı tamamladı.

Ömrü boyunca verdiği iman ve hürriyet mücadelesi yüzünden baskı altında kalan Bediüzzaman, 27 Mayıs 1960’taki askerî darbeden sonra kabrinde de rahat bırakılmadı. Halilürrahman Dergâhına defnedilen naaşı, 12 Temmuz 1960 gecesi kabrinden alınarak Isparta-Afyon civarında kimsenin bilmediği bir mezara defnedildi.

Dayanılması güç baskılara maruz bırakılmasına rağmen, hayat tarzıyla bir destan yazan Bediüzzaman, arkasında miras olarak Kur’ân’ın çağa dersi ve mesajı olan Risale-i Nur Külliyatı ile milyonlarca Nur Talebesini bıraktı.

YORUM YAZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir